Kültür Eserleri > THKK 5 - Halk Eczacılık ve Sağaltma Teknikleri > İbn-i Sînâ

İbn-i Sînâ 

Aşağıdaki hikâye, İbn-i Sînâ’nın tıp anlayışına ve görüşüne ışık tutuyor.

Kral Kabus’un yeğeni, nedeni belli olmayan ve herkesi şaşkına çeviren bir hastalığa tutuluyor ve İbn-i Sînâ da çağırılıyor. Hastayı baştan aşağı muayene ettikten ve ona bir takım sorular sorduktan sonra İbn-i Sînâ, şehrin tüm bölgelerini ve sokaklarını çok iyi bilen birini davet ediyor. Bu kişi başlıyor sokakların adlarını sıralamaya. Bir başkası da sokaktaki evlerin sahiplerinin, oturanların adlarını sıralıyormuş. Bu yapılırken İbn-i Sînâ hastanın nabzını sayıyor ve tüm bunların hastanın üzerindeki etkisini izliyor ve duygusal reaksiyonlarını ölçüyormuş. Nihayet bir isim söylendiğinde İbn-i Sînâ, o hanımı getirmelerini istiyor. Evet,… hastalığın adı “sevda” ve tedavi olarak İbn-i Sînâ, bu hastanın o hanımla birleşmesini öneriyor. Genç hasta, tanıyı doğruluyor, mutlu bir şekilde hasta şifasını buluyor (Resim 31).

Anne sütünün bebekler için en ideal besin olduğunu belirten İbn-i Sînâ şöyle diyor: “Çünkü anne sütü bebeğin doğum öncesi beslenmek için anneden aldığı kana en yakın maddedir”. O ayrıca, anne sütü ile beslenmenin psikolojik yararlarını vurgulayan düşüncelerini şöyle ifade etmiş: “Anne sütü ile beslenen çocuk daha sakin olmaktadır”. İbn-i Sînâ, anne sütünün bebeğe iki yıl boyunca verilmesi gerektiğini ifade etmiş. Ancak, İslâm inancına göre yaşam, doğumla değil, ana rahmine düşüşle başladığından, anne sütünün bebeğin 15 aylık olmasına kadar verilmesi gerektiği yorumu getirilebilir, İbn-i Sînâ ayrıca, anne sütünün yerini alabilecek yegâne besinin sütninenin sütü olabileceğini eklemiş. Bununla birlikte, İbn-i Sînâ, sütninede olması gereken nitelikleri de şöyle sıralamış: “O, sıhhatli, 25–35 yaşları arasında, iyi beslenmiş ve ayrıca lâtif kişiliği olan, kolayca sinirlenmeyen biri olmalıdır”.

Müziğin de önemine inanan İbn-i Sînâ, “… bebeğin uyuması için şarkı söylemelidir…”[1].

***

Halk muhayyilesi İbn-i Sînâ’yı çalışkanlığın simgesi haline getirmiş. Ona ait olmasa bile, birçok efsaneyi ona mal etmiş. Yozgat’ın Boğazlıyan kazasında sözlü gelenekten Fikret Türkmen’in derlediği “Hoca Ebû Sînâ’ın okuması” adlı kıssasında şöyle anlatılıyor: İbn-i Sînâ çocukken köylerinde mektep yokmuş, babası okuması için onu komşu köye göndermiş. Mektepte bütün bilimlere aklı erermiş, ama hesabı bir türlü kavrayamazmış. Hocası bu yüzden onu devamlı sıkıştırır ve azarlarmış. Bir gün iyice sıkışan Sînâ, mektepten kaçmaya karar vermiş ve sabah evinden çıkmış ama mektebe gitmemiş, belki bir kervan bulur çalışırım deyip yola koyulmuş. Bir süre yürümüş, bir kuyunun başına gelip dinlenmek için mola vermiş. Kuyudan su almak için kovayı atmış, çekerken ipin kuyunun ağzındaki taşlardan birinin ortasındaki oyuk yere yerleştiğini görmüş. Taşın kesildiğini fark etmiş ve kendi kendine bu ip bu taşı nasıl kesti? Demek ki gidip gele gele ip taşı kesiyor. Çalışa çalışa benim aklım da hesabı keser deyip geri dönmüş ve okuyup büyük adam olmuş. “Aklın kesmesi” tabiri de oradan kalmış.

Üstadın müthiş hafızası, görme ve işitme özelliği, halk hikâyelerine konu olmuş. Bunlardan özellikle dikkat ve hafızasının gücü üzerine anlatılan folklorlaşmış olay da şöyle: Bir gün hükümdarın yanında bulunurken, onun elindeki dürbünün ne işe yaradığını sorar. Hükümdar 4-5 fersahlık mesafedeki atlıyı görebileceğini söyleyince, bu kadar kısa mesafe için âlete gerek yok der ve o sırada uzaktan geçmekte olan bir atlının elbisesinin rengini, tatlı bir şey yediğini söyleyince hükümdar, “haydi rengini gördün, yediğinin tadını nereden anladın?” diye sorunca “etrafındaki sineklerden” yanıtını verir[2].

***

İbn-i Sînâ’nın Kanun adlı dev eseri, 1776 yılında Tokatlı hekim Mustafa Efendi tarafından Tebhizü’l mathun adıyla Osmanlıcaya çevrilmiş.

İslâm tıp ve eczacılığı Nasturîler ve İslâm tercüme ekolü vasıtasıyla Batı ve özellikle Yunan tıp ve eczacılığının mirasçısı olmuşlarsa, Osmanlılar da Selçuklular vasıtasıyla klasik İslâm tıp ve eczacılığının mirasçısı olmuşlar. Ancak, Osmanlı döneminin çok önemli bir özelliği de kitapların Türkçe yazılmasının ve Türkçe eserlerle Türkçeye tercümelerin teşvik görmesi oluyor.

Osmanlı döneminde ilk bilimsel kütüphanecilik Fatih’in inşa ettirdiği külliyede kuruluyor ve sultan buraya kendi öz kitaplığında bulunan eserleri de armağan ediyor. Bunların arasında İbn-i Sînâ’nın eserleri de bulunuyor. Kanun’un elli kadar kopyası İstanbul’daki çeşitli kütüphanelere dağıtılmış.

1933 yılına kadar bütün anatomi terimleri Kanun’da bulunuyor. Günümüz tıbbında bile Arapça tıp terimleri kullanılmakta: müshil, zatürree, kulunç, basur, ilâç…

Osmanlılar döneminde yazılan telif ve tercüme bazı farmakoloji eserlerinden de örnekler vererek İbn-i Sînâ’nın bu dönem yazarlarının üzerindeki etkilerini görebiliyoruz.

Tuhfet – i mubarızî: XIV. yy.da hekim Bereket tarafından yazılan Lübabü’n nuhab adlı eserin çevirisidir.

Şifa el–eskam: Konyalı Hacı Paşa tarafından yazılmış Arapça eser. Hacı Paşa Mısır’da Kalavun hastanesinde hekim olarak çalışmış. Aynı eserin Teshil el–şifa adlı Türkçe özeti de bulunuyor. Yazarın İbn-i Sînâ’nın etkisi altında olmasına, ona “Anadolu’nun İbn-i Sînâ’sı” adının verilmesi ayrıca delâlet ediyor.

Tercüme el–mucez: Ünlü İslâm hekimlerinden İbn-i Nefis’in İbn-i Sînâ’nın Kanun’undan yaptığı özet ve açıklamaların Ahmet bin Kemal tarafından yapılmış çevirisidir.

Osmanlılar döneminin en önemli ilâç ve baharat alım–satım merkezi niteliğini taşıyan Mısır Çarşısı’nda satılan droglarla ilgili; Arşiv’lerde kayıtlı belgelerden, adı geçen drogların Kanun’da kayıtlı olduklarını görüyoruz.

Sonuç olarak İbn-i Sînâ’nın Osmanlı dönemi tıp ve eczacılığı üzerinde çok etkili olmuş olduğunu söyleyebiliriz. Onun tavsiye ettiği tedavi yöntemleri ile ilâçları Osmanlı döneminde de kullanılmış. Özellikle günümüz halk hekimliği ve halk eczacılığı üzerinde İbn-i Sînâ’nın etkilerinin hâlâ sürdüğü biliniyor[3].

***

İnsan kadar eski olan Tıbbî düşünce ile ilâç olarak kullanılan en eski maddeler arasında bal da yer alıyor. Antik Mısır’da balın yaraları temizleyici özelliği biliniyor, ayrıca müshil olarak da kullanılıyordu. Hippokrates balı birçok hastalığın tedavisinde kullanıyor, yaraların temizlenmesinde, ağrılarda sirkeli bal şeklinde (oxymel), susamaya karşı da bal şerbeti (hydromel) öneriyordu. Dioscorides ballı şarabı (melikraton) öksürük giderici ve iştah açıcı olarak kaydetmiş, Herakle Balı adını verdiği zehirli baldan da söz etmiş.

Eski dönemlerden beri bilinen işbu zehirli bala ülkemizde “deli bal”, “acı bal”, “tutar bal”, “ağulu bal” denmiş. Özellikle Karadeniz bölgesinde yetişen Komar ağacı (Rhodendron Ponticum), zifin (Agalea Pontica) ve yüksük otu (Digitalis Pontica) bitkilerinde bulunan zehirli glikozitler balı zehirli hale getiriyor[4].

Celsus da (M.S. I. yy.) balı cilt temizleyici olarak sınıflandırmış. Antik Roma tababetinde bal, hap hazırlamakta kullanılmış, XIX. yy. sonuna kadar tababette kullanılan Tiryak (Theriaca) denilen macunlar, balın içerisine çeşitli droglar katılarak hazırlanmış.

İbn-i Sînâ balı, bazı hastalıkların tedavisinde olduğu gibi, yenmesini önerir. Aşağıda onun balla yapılan çeşitli müstahzarlarını, günümüz halk hekimliği ile karşılaştırılabilmesi için veriyoruz. Müjgân Üçer’den aynen aktararak.

Balla yapılan sıvı şeklindeki ilâçlar:

Mercanköşk (Merzengüş), incir, nane, dereotu, meyan kökü suda kaynatılarak, bal katılır ve gargara yapılır ki bu terkip, boğaz şişlikleri için kayıt edilmiştir.

Şap, safran ve bal karışımından yapılan mavi pamuğa batırılarak kulağa konursa çocukların kulak akıntılarına iyi gelir.

Badem yağı ve bal aynı miktarlarda karıştırılıp çocukların gece yatarken ağızlarına verilmesinde çocuklar rahat uyur.

Çemen kaynatılarak, bal şerbetine katılıp ağızda gargara yapılırsa dil şişliklerini geçirir.

Haşhaşın 50 gramının yağmur suyu veya kaynamış su ile tekrar kaynatılarak bala karıştırılarak elde edilen terkip öksürükte kullanılır.

Balın soğuk su ile karıştırılması ile hazırlanan şerbet kadın hastalığında, bağırsaklardaki yanma ve şişliklerde, çocukların kabızlıklarında ilâçtır.

Ada soğanı sirkesi ile balın karıştırılması ile hazırlanan terkip ahmaklığa karşı kaydedilmiştir.

Yine bu maksatla turp tohumu ve bal şerbetinin karıştırılıp içilmesi yazılıdır.

Böbrek rahatsızlıklarında, keten tohumu, kitre, nişastanın bal şerbeti ile karıştırılarak içilmesi,

Kilermeni, günlük, iki kardeş kanı, çam fıstığı, çin ravendi, badem ve haşhaşın bal şerbetine katılarak hazırlanan ilâcın böbrek yaralarında içilmesi,

Bal ve sirke karışımı olan Sinkencebin adı verilen şerbetin semiz otu suyu ile içilmesi baş ağrılarında,

Yine baş ağrılarında katran köpüğü ve bal şerbetinin içilmesi,

Dalak zafiyetinde, adasoğanı sirkesi, hindiba suyu ve bal şerbeti karışımının içilmesi,

Emzikli kadınların sütünü çoğaltmak için, bal şerbetine katılmış çörek otunun içilmesi,

Mide gazı ve iştahsızlık için sirkencebin içilmesi,

Gene midevî olarak, kimyon, hardal, maydanoz, sarımsak, limon ve nanenin sirkencebin ile karıştırılarak içilmesi,

Nefes darlığı ve öksürükte susam kökü, meyan kökü, çemen ve baldıran eşit miktarlarda alınarak su ile kaynatılıp, bal katılarak içilmesi,

Erik, incir, meyan balı, baldıran, anason, bal, menekşe, arpa, demirhindi, su ilâvesiyle kaynatılıp nezlede içilmesi,

Sedef hastalığında bal şerbeti içilmesi,

Sarılıkta, bal, tilki üzümü, sirke karışımından yapılan şerbetin içilmesi,

Yine sarılıkta, kereviz suyu, bal ve anberden yapılan şerbetin içilmesi,

Sıracada, peygamber çiçeği kökü dövülüp bala katılarak içilmesi,

Yine bu hastalıkta, ham süngerin balla kaynatılarak içilmesi,

Titremelerde, Karabaş otunun kaynatılarak bala katılıp içilmesi,

Afrodiziak olarak, süt ve bal karışımının içilmesi,

Zatürreede, bal şerbetinin arpa suyuna katılarak içilmesi,

Mideye kuvvet için, turunç kabuğu su ile kaynatılıp, bal ilâvesiyle içilmesi, kaydedilmektedir.

El–Kanun fi’t tıbb’ta hap şeklinde hazırlanan ilâçlar:

Isırgan tohumu, karabiber, mürsafi, hardalın toz edilip balla hap yapılıp içilirse akciğer hastalığının iyi olacağı,

Böbrek kumlarını dökmek için, yetmiş adet karabiberin dövülerek bala katılarak hazırlanan yedi haptan her gün bir tanesinin içilmesi kaydedilmektedir.

Balla Yapılan Macun Şeklindeki İlâçlar:

İbn-i Sînâ’nın macun şeklindeki ilâçlara gelince bunlar da kitabında fazlaca yer almaktadır. Başlıcaları:

Adale uyuşması ve ağız felçlerinde, dövülen zencefilin bal ile katılıp macun yapılarak, sabah akşam ceviz büyüklüğünde yutulması.

Böbrek hastalıklarında hatmi tohumu, bal ile macun yapılarak yenmesi.

Böbrek kumlarını düşürmek için, çörek otunun bal ile macun yapılarak yenilmesi.

İştah açmak için, ayva suyu, zencefil, beyaz biber, dövülüp bala katılıp macun şeklinde yenilmesi.

Kekemelik için, çam sakızı, amber ve baldan hazırlanan macunun yenilmesi, kaydedilmiştir.

Karın ağrısı için, acı badem, zencefil, havlıcan, karabiber, safran dövülür bal ile katılarak macun yapılır, yenir.

Mide zayıflığı için, pişirilmiş ayva, bal, kereviz tohumu, karabiberden hazırlanan macunun yenilmesi.

Nefes darlığı ve öksürük için, keten tohumu, şalgam, anason, ısırgan tohumu, karanfil ve bal ile hazırlanan macunun sabahları aç karnına yutulması.

Kuru öksürük için, keten tohumunun kavrularak, bala katılıp macun yapılarak yenilmesi.

Ses kısıklığı için, pişirilmiş nişastanın bala katılarak macun yapılarak yenilmesi.

Sersam (Baş veremi) hastalığı için, demirhindi, portakal kabuğu, nilüfer, hindiba suyu, kuzu kulağı suyu, sığır dili çiçeği suyu bal ile macun yapılarak yenilmesi.

Zatülcenbte, pırasa, nane, ısırgan tohumunun bal ile macun yapılarak yenilmesi.

Karaciğer ve dalak hastalıklarında ise şu macunun yenilmesi kayıtlıdır: Meyan kökü usaresi, gül, sümbül, burçak, mürsafi, safran, mesteki, ayrık kökü toz haline getirilerek bal ile macun yapılması.

İbn-i Sînâ’nın haricen kullandığı preparatlardan lâpalar ise:

Köpek ısırmasında, soğan, tuz, sedef çiçeği, acı badem, bakla ve baldan hazırlanan lâpanın ısırılan yere konulması,

Mafsal kireçlenmesi için, burçak unu, acı bakla unu, nane, sirke, baldan meydana getirilen lâpa mafsallara bağlanır.

El–Kanun fi’t tıbb’ta yer alan merhemler ise:

Ağız içindeki yaralar için, kuru üzüm, anason ve baldan hazırlanan merhem yaralara sürülür.

Çörek otu, zırnık, bal karışımı hemerroidde.

Gözlerin kar almasında, bal ve sarımsaktan yapılan merhem akşam göze sürülür.

Hayalet görme için de rezene suyu, bal, zeytin yağı karışımından hazırlanan merhem göze sürülür.

Bu maksatla yarasa kuşu başı yakılarak elde edilen külle baldan hazırlanan merhem de göze sürme gibi çekilir.

İnsan ısırmasında, soğan, tuz ve baldan hazırlanan merhem ısırılan yere yirmi dört saat bağlanır.

Kulak akıntısı ve yarası için, yanmış şap, mürsafi, süzme baldan hazırlanan merhem kulağa sürülür.

Sivilcelerde, çıbanlarda, kına, mersin yaprağı, incir, sedef çiçeği, sarımsak ve bal karışımından hazırlanan merhem sürülür.

Şişler ve ur için sürülecek bir merhemin terkibi ise şu droglardan meydana gelmektedir: Yavşan otu, katran köpüğü, günnük, safran, çemen, bal ve zeytin yağı.

 

İbn-i Sînâ’nın Kına ile Yaptığı İlâçlar:

Giriş: Halk arasında gelenek görenek ve inançları ile önemli yer tutan kına onun tıp folklorunda da aynı önemi haizdir. Saç, tırnak, sakal ve deri boyamada kullanılan kınanın yakılması evlenmelerde tören niteliği de arz eder.

Kınanın antik Mısır’da ayakların terlemesine karşı toz olarak döküldüğünü, mumyaların tırnaklarının da kına ile boyandığını literatür kaydetmektedir, Diyoskorides (M.S.1. yy.) kınanın etkilerinden bahsederek, lâpasının ağrı ve şişlikleri yok edeceğini, sirke ile ezilip alına konursa baş ağrısını geçireceğini, yapraklarının ağızda çiğnenmesi halinde ağız yaralarını iyileştireceğini belirtmiştir. İbn-i Sînâ da kınayı ilâç olarak terkiplerinde kullanarak, şifasına temas etmiştir. Türk–İslâm hekimleri yalnız kozmetik madde değil de ilâç olarak kınayı kullanmışlardır.

İbn-i Sînâ El–Kanun fi’t tıbb’ında ishal ve kusma için şu formülü verir; Ayva, mersin yaprağı, mercimek, sandal, hindibağ tohumu, nar çiçeği, arpa unu, mazı, kına, sirke ve su içinde kaynatılarak vücudun ovulmasını ve lâpasının karın üzerine konulması.

Vücut ağrıları için sabun ve kına birlikte hamur yapılarak, ağrılı yere tatbik edilir.

Ağrılı bölge için bir diğer lâpa da sirke, kişniş ve arpa ununun kına ile karıştırılıp tatbik edilmesidir.

İshâl için çemen, hünnap, turunç yaprağı, demirhindi, acı bakla, kına, acı kavun, karnı yarık tohumu, arpa ekmeği, arap zamkı, mürsafi, kitre, metzeki ve zeytin yağından hazırlanan macundan yutulmasını.

Emoroidde öküz ödü ile kına karışımından hazırlanan macunun hasta bölgeye sürülmesini.

Saçların kepeklenmesinde ve dökülmesinde sarısabır, kına ve sirke ile hazırlanan merhemin başa sürülmesini.

Ur ve şişliklerde, kına, mersin yaprağı, sirke, kabak suyu, kişniş, yumurta akı, bakla unu ve demir posası katılarak hazırlanan merhemin şişlikler üzerine konulmasını kaydetmektedir.

Geleneksel halk hekimliğinde ise kına, dolamada, uyuz, egzama ve diğer cilt hastalıklarında kullanılır. Sarılıkta, böbrek hastalıklarında, mide ve barsak şikâyetlerinde içilerek kullanılır. Baş ağrılarında, şap, karanfil ve karabiber dövülüp kına ile karıştırılarak başa yakılır. Kına suyu ile ağız gargara yapılır. Mantar öldürücü (Antimikotik) etkisi olmamakla beraber içindeki tanen nedeniyle ciltte büzücü etki gösterir.

Bal gibi kına ile yapılan halk ilâçlarında da İbn-i Sînâ’nın El-Kanun fi’t tıbb adlı eserinde yer alan formüllerin etkilerini görmek mümkündür. Bu uygulamaların gelecekte de benzer şekillerde devam edeceğini ve İbn-i Sînâ’nın ilâçlarının halk tıbbında tazeliği ile yaşadığını sonuç olarak söyleyebiliriz.

Halk arasında gelenek görenek ve inançları ile önemli yer tutan kına, tıp folklorunda da aynı önemi haizdir. Kınanın antik Mısır’da ayakların terlemesine karşı toz olarak döküldüğünü öğreniyoruz. Dioscorides kınanın etkilerinden bahsederlerken lâpasının ağrı ve şişlikleri yok edeceğini, sirke ile ezilip alına konursa baş ağrısını ve şişlikleri yok edeceğini, yapraklarının ağızda çiğnenmesi halinde ağız yaralarını iyileştireceğini belirtmiş. İbn-i Sînâ da kınayı ilâç olarak terkiplerinde kullanarak, şifasına temas etmiş.

Kanun’da kusma ve ishal için şu formül veriliyor: Ayva, mersin yaprağı, mercimek, sandal, hindibağ tohumu, nar çiçeği, arpa unu, mazı, kına, sirke ve su içinde kaynatılarak vücudun ovulması ve lâpasının karın üzerine konulması öneriliyor. Sair öneriler arasında şunlar da bulunuyor:

Vücut ağrıları için sabun ve kına birlikte hamur yapılarak ağrılı yere tatbik edilir. Ağrılı bölge için bir başka lâpa da sirke, kişniş ve arpa ununun kınayla karıştırılıp tatbik edilmesinden ibarettir.

İshal için çemen, hünnap, turunç yaprağı, demirhindi, acı bakla, kına, acı kavun, karnı yarık tohumu, arpa ekmeği, arap zamkı, mürrüsafi, kitre ve zeytinyağından hazırlanan macundan yutulması tavsiye ediliyor.

Emeroidde (basur memesinde) öküz ödü ile kına karışımından hazırlanan macunun hasta bölgeye sürülmesi; saçların kepeklenmesinde ve dökülmesinde sarısabır, kına ve sirke ile hazırlanan merhemin başa sürülmesi; ur ve şişkinliklerde, kına, mersin yaprağı, sirke, kabak suyu, kişniş, yumurta akı, bakla unu, demir posası katılarak hazırlanan merhemin şişkinlikler üzerine konulması kaydediliyor.

Geleneksel halk hekimliğinde ise, kına, dolamada, uyuz, egzama ve öbür cilt hastalıklarında kullanılıyor. Sarılıkta, böbrek hastalıklarında, mide ve bağırsak şikâyetlerinde içiliyor. Baş ağrılarında şap, karanfil ve karabiber dövülüp kına ile karıştırılarak başa yakılıyor. Kına suyu ile ağız gargarası yapılıyor…[5].

***

İbn-i Sînâ, afyonun yarar ve zararlarından Kanun’da büyük ölçüde söz ediyor: Göz nezlesi için kaynatılmış haşhaş suyundan göze damlatılıyor; yine göz ağrılarında bir miktar ayı yağı ile yumurta sarısı, biraz afyonla karıştırıldıktan sonra pomat gibi kıvamlı bir şekle getiriliyor, bir miktar temiz bez veya pamukla göze sürülüyor. Kulak ağrısı tedavisinde ise bu ünlü hekim “bir miktar afyon, hatun sütüyle karıştırılıp kulağa damlatılır” diyor. Ayrıca kulak yaralarında da afyon kullanılıyor: “20 tane kabuğu çıkarılmış badem, 1,5’ar dirhem afyon ve kendir, 6 dirhem zağferan (safran), sirke ile dövülür, kurutulur ve icabında gülsuyu ile ıslatılıp damla damla kullanılır” diye yazıyor…[6].

***

İbn-i Sînâ’nın çocuk hastalıkları hakkındaki düşünce ve gözlemlerini, konunun uzmanı Dr. Uğur Dilmen’in bugünkü terminolojiyi kullanarak özetlemesini aynen aktarıyoruz[7].

Stomatitis

Bu hastalık çocuklarda çok sık görülür. Çünkü ağız ve dilin müköz membranları o kadar hassastır ki, süt emme sırasında bile irrite olur. Eğer irritasyon sütle meydana gelirse aftöz stomatit meydana gelir. Stomatitisin en kötü tipi siyah gangrenöz ülserlerdir (cancrum oris) ve genellikle öldürücüdür. Beyaz ve kırmızı ülserler ise o kadar ağır değildir. Stomatitis bazen saf menekşe tozu veya gülle bir miktar safran ile karıştırılmış menekşe tozu uygulanarak tedavi edilir. Bazen keçiboynuzu da etkili olabilir. Köpek üzümü usaresi, marul veya semizotu usaresi gerekebilir. Hastalık iyileşmemekte inat ederse, ezilmiş zambak kökleri kullanılmalıdır. Diş etlerinde ülserler varsa, sarı sakız (lavanta yapımında kullanılır), bazen dut veya üzümden yapılmış koyu şurup uygulanır. Öncelikle ağzın bal suyu, bal şurubu veya şarapla çalkalanması, daha önce belirtilen tedavilerin uygulanması genellikle çok yararlı olur. Daha etkili bir tedavi uygulanmak istenirse zerdeçal, ağaç çileği, nar ve somağın her birinden altı dirhem, mazıdan dört dirhem ve şaptan iki dirhem karıştırılır toz haline getirilir ve ağız fırçalanır.

Kulak ağrısı

Bazen hastalarda kulakta oluşan gazlardan dolayı kulak ağrısı meydana gelir. Diken üzümü, kaya tuzu, mercimek, ardıç kaynatılır, süzülür ve kulağa damlatılır.

Menenjit

Bu beynin bir çeşit sıcak inflamasyonudur. Ağrı boğaza, gözlere yayılır, renk soluk sarı olur. Tedavi için kafaya soğutma ve nemlendirme uygulanır. Taze kabak ve salatalık kabukları, yeşil köpek üzümü usaresi, taze semizotu usaresi bir miktar fayda sağlar.

Sirke ile karıştırılmış gülyağı veya yumurta sarısı ile karıştırılmış gülyağı dışarıdan uygulanırsa da çok sık değiştirmek gerekmektedir.

Konjonktivit

Diken üzümü sütle karıştırılarak gözkapaklarına sürülmeli, daha sonra fesleğen suyu ve papatya usaresi ile gözler yıkanmalıdır.

Korneal ülserler

Bazen ağlamakla gözde beyaz opasiteler ve korneal ülserasyonlar ortaya çıkar. Tedavide yeşil köpek üzümü usaresi ile gözler yıkanmalıdır.

Kolik

Bu, kötü süt ve kötü beslenmeye bağlı diare sonucu meydana gelir. Çocuk çok rahatsız olur, ağlar. Karın hemen sıcak su, yağ ve balmumu ile ovulur.

Nezle (Fazla aksırma)

Bu hastalık beynin çevresinin iltihaplanması sonunda meydana gelir. Tedavi genel inflamasyon tedavisi gibidir. Soğuk meyve suları ve yağlar başa uygulanmalıdır. Eğer aksırık inflamasyona bağlı değil ise yabani fesleğen tohumu tozları burna püskürtülmeli.

Yanıklar

Yanıklar ülserleşir ve siyaha dönerse öldürücüdür. Beyaz veya kırmızı olanlar ise o kadar tehlikeli değildir. Siyah (Gangrenöz) ülserler ağızda olsa bile öldürücüdür. Bazen vücutta birçok yanık belirmesi olabilir. Yanıkların tedavisinde vücudun gül, mersin yaprağı, sakız yaprakları ve ılgın gibi bazı hafif damar büzücü maddelerle yıkanması gerekir. Bu otların yağları lokal olarak kullanılabilir. Basit yanıklar esas tedaviye kadar bırakılabilir.

Yanıklar ülserleşmeye dönmüşse beyaz merhem uygulanmalıdır. Bir miktar gühercik içeren bal suyu ile yıkama çok yararlıdır. Ülseratif stomatitte hafif damar büzücüler kullanılabilir. Fakat ağız kirli ve sağlıksız bir görünüm alırsa daha kuvvetli bir tedavi gerektirmektedir. Ağız boraks solüsyonu ile ve irritasyonu önlemek için bir miktar sütle çalkalanmalıdır. Gövdedeki vasküler erupsiyonlar mersin, gül, bataklık sazı ve genç sakızotu yapraklarından yapılan bir karışımla yıkanmalıdır. Tüm bu durumlarda sütninenin diyeti düzeltilmelidir.

Umblikal herni

Çok fazla ağlama sonucu veya diğer rüptür nedenlerine bağlı olarak meydana gelir. Ajown toprağa yumurta beyazı ile göbeğe sürülür ve bir parça keten bezi ile sarılır. Aynı şekilde şarap içinde ıslatılmış, acı bakla külleri de uygulanır. Daha etkili ilâçlar, ağaç kabuğu, selvi meyveleri, sarısabır bitkisi ve akasyadır.

Uykusuzluk

Bazen çocuk uykusuz, huzursuz olur ve devamlı ağlar. Bu durumda uykuyu sağlamak için gelincik tohumu ve kabuklarından yapılmış madde başa sıvanır. Marul yağı ve gelincik yağı ile baş ve şakaklar ovulmalıdır. Daha kuvvetli bir tedavi gerekiyorsa mayasıl otu tohumu, cevcülcinan, beyaz gelincik çiçeği tohumları, sarı gelincik çiçeği tohumları, keten otu, kereviz tohumu, semizotu, marul, rezene, sinir otu, anason ve kimyondan her birinden bir miktar alınarak tencerede pişirilir, ezilir, oluşan materyal eşit miktarda şekerle karıştırılır, ikiye bölünür. Daha da etkili bir tedavi için bu karışıma diğerlerinin miktarlarının üçte biri veya daha az olacak şekilde afyon katılır.

İştahsızlık

Bazen çocukların iştahı azalır. Bu durumda zambak şarabı, mersin ve gülsuyunun lokal tatbiki gerekmektedir. Az miktarda ayva suyu ile karıştırılmış karanfil ve embelia ekstresi veya ayva şarabı ile hazırlanmış biraz embelia ekstresi ağızdan verilmelidir.

Kâbuslar

Bu durum genellikle mideyi fazla doldurmaktan meydana gelir. Midede besinlerin çürümesi ve bunların beyine ulaşan ürünleri eksitasyona ve korkulu rüyaların görülmesine neden olurlar. Böyle durumlarda çocuğa yatarken fazla yedirmemeli ve hazmı kolaylaştırmak için ağızdan bal verilmelidir.

Boğaz iltihabı

Bu ağız ve özefagus arasındaki bölgenin (farinks) şişmesinden meydana gelir. Omurgalara ve boyun kaslarına yapılabilir. En iyi tedavi rektuma bir supozituvar konarak kabızlığın düzeltilmesidir, daha sonra dut şurubu verilir veya diğer bazı tedaviler uygulanabilir.

Anormal horlama

Öğütülmüş keten tohumu – bal karışımı veya öğütülmüş kimyon ile bal karışımı verilmelidir.

Anüs prolapsusu

Çocuk, nar kabuğu, taze mersin yaprakları, kestane, kurutulmuş gül, yanmış geyik boynuzu, şap, keçi tırnağı, nar çiçekleri veya mazı ile kaynatılan sıcak suya oturtulmalı, su ılıyınca kullanılmalıdır.

Barsak solucanları

Bebeklerde sıklıkla küçük solucanlar vardır. Genellikle anüs çevresinde bulunurlar. Yuvarlak solucanlar ve daha az olarak yassı solucanlar vardır. Yuvarlak solucanların tedavisinde solucan yumurtalarının ekstresi ile hazırlanmış özel bir sütle karıştırılarak, hastanın toleransına göre ağızdan verilir. Bazen solucan yumurtası, embelia, öküz safrası karıştırılarak karına sıvanır. İpliksi kurtlar (kıkırdak) bir ölçek zencefil, bir ölçü zerdeçal, iki ölçü şekerle karıştırılması ve soğuk su ile içirilmesiyle tedavi edilir.

İntertrigo

Mersin yaprakları, zambak kökleri, kurutulmuş gülden hazırlanmış tozlar veya toz haline getirilmiş mercimek veya arpa irrite olan kısma uygulanır.

***

Yine bebek bakımı konusunda dolanıyoruz. İbn-i Sînâ’nın bu husustaki görüşleri günümüzde de geçerli oluyor. Bunlardan bazılarının özetliyoruz.

Doğumdan sonra göbek bağı göbekten dört parmak kadar yukardan kesilmeli; yumuşak ve “temiz” bir yün iplikle bağlanmalıdır. Göbek yerinin üzerine zeytinyağına batırılmış bir keten bez örtülmelidir. İbn-i Sînâ göbek yarasının daha çabuk iyileşmesini sağlamak için çeşitli bitkilerden hazırlanmış ilâç formülleri de veriyor. Burada dikkat çeken önemli husus, göbek bağının temiz bir iplikle bağlandıktan sonra üzerine mikropların çoğalmasını önleyen özellikle zeytinyağı sürülmesini önermektedir ki bu, göbek yerinin iltihaplanmasını ve mikropların buradan kana karışmasını ve tetanozu önleyen çok etkin bir yöntemi önermesidir.

Doğduktan ve banyolardan sonra bebeğin gözlerine zeytinyağı damlatılmalıdır. Günümüzde de aynı şey yapılmaktadır. Bebeğin kaka yapmada güçlük çekmesi halinde İbn-i Sînâ, küçük parmağın makatına sokularak bunun genişletilmesini öneriyor.

Bebeğin beslenmesi hususunda üstat, başta anne olmak üzere insan sütü üzerinde duruyor, emzirme sırasında anne (ya da sütanne)nin alması gereken önlemleri sayıyor.

Bebeğe sütanne bulunamayacak olursa, annesine un, darı, kuzu ve balık eti yedirilerek sütünün artırılmasına çalışılmalıdır. Salatalık, badem ve fındık da yararlıdır. Roka, hardal, fesleğen ve nane süt yapımını bozduklarından, verilmemelidir. Bunun dışında anne veya sütannenin sütü kesilecek olursa bebeğe et suyu verilebilir[8].

***

Eski Türklerde erginlerle çocuklar hastalandıklarında, bunların tedavisinden aynı zamanda hekim olan “Kam” denilen şamanlar sorumlu idiler. Ama ileri bir uygarlığa sahip Uygur Türklerinde din ve tabiplik meseleleri birbirinden ayrılmış olup “Emçi” denilen lâik tabipler, hattâ “Atasagun” ve “Otacı” denen saray tabipleri bulunuyordu. Bütün Türk ülkelerindeki tabiplerin başı ise, “tabiplerin prensi” manasına “Otacı iliği” diye adlandırılırdı ki bu deyim, Osmanlı Türklerinde “hekimbaşı” olarak kullanılmış.

Orta Asya’daki Türklerde, çocuk tababetinin gelişmesine dair ilk yazılı belge, 1890’da İngiliz Üsteğmeni Bower’in M.S. 400 yılında yazılmış Türkistan’da tıbba dair Buddhist Türklerin bir yazma eserini bulmasıyla ortaya çıkmış. Bunda çocuk hastalıklarına ait reçete bulunuyor.

İbn-i Sînâ’nın ölümünden bir asır sonra Gerhart von Cremona tarafından Lâtinceye çevrilen Kanun’un 1., 3. ve 4. kitaplarında çocuk hastalıkları ve psikiatrisi ile ilgili bölümleri, bu alanda sadece Türk İslâm tababetinin değil, XVII. yy.a kadar Avrupa tababetini de çok etkilemiştir.

İbn-i Sînâ’nın çocuğun ruhî sağlığını da, göz önüne alarak önerdiği pedagojik ve oldukça modern bir özellik gösteren terbiye yöntemleri, çocuk çağında nörotik gelişme bozukluklarının önlenmesine yönelik bir durum arz ediyor. Gerçi İbn-i Sînâ’nın bu pedagojik önerileri Eflâtûn ve Aristo’nunkilerle karşılaştırıldığında bazı benzerlikler göze çarparsa da mezkûr feylosoflarda sadece soylu ailelerin çocuklarının eğitilmesinden söz edilirken, İbn-i Sînâ bunu reddederek zengin veya fakir bütün çocukların eğitimini ve sağlıklı büyümesini önermiştir. Kanun’un 3. ve 4. kitaplarında akıl hastalıklarını incelediği 17 bölüm 1659’da Petro Vattier tarafından Lâtinceye çevrilmiş (Resim 31).

İlk Osmanlı döneminin ünlü hekimlerinden Hacı Paşa ve Ahmedî’nin çocuk hastalıklarından söz eden tıbbî eserlerinin Kanun’dan faydalandıkları aşikâr oluyor. Fatih zamanında çocuk bakımı ve hastalıklarıyla ilgili Eşref bin Muhammed adlı bir Türk hekimi tarafından yazılan Hazâ’in üs–saadât, haylice ilginçtir. Bunun en dikkate değer bölümü, “oyunla çocuğun bakımı” oluyor. Müellif bu eseri neden Türkçe yazdığını şöyle açıklıyor: “… Zira bu vilâyette söylenen sırf Türkîdir…”.

Osmanlı saray hekimi Musâ B. Hamûn’un Kanunî’ye ithaf ettiği diş tababetine ait Türkçe eserde, diş hastalıklarının müzikle tedavisinden bahsederken çocuk psikiatrisi bakımından müzik tedavisinin önemini bilen eski hekimlerin bunun için hükümdar çocuklarının beşikte müzikle uyutulmasını önerdiklerini kaydediyor[9].

Çocuk psikiatrisi bakımından diğer önemli Türkçe eser, I. Abdülhamid ve III. Selim devirlerinde hekimbaşı olan Gevrekzade Hasan Efendi’nin yazdığı Neticetü’l fikriye ve tedbir–i velâdetü’l bikriye, çocukların hastalıklarından, süt verme ve sütten kesme hallerinden bahseden eser olmuş. Kanun’u Türkçeye tercüme eden Tokatlı Mustafa Efendi’nin talebesi olan Gevrekzade’nin, bu eserini yazarken eski kaynaklardan ve özellikle Kanun’dan faydalandığı görülüyor.

Hekimbaşı Gevrekzade Hasan Efendi’nin bu eserinin çocuk psikiyatrisi bakımından en önemli tarafı, varak 94a ile 104a arasındaki bölümde hangi musiki makamlarının hangi çocuk hastalıklarına iyi geldiğinden bahsetmesidir. Bu hususta varak 87a’da müellif şu açıklamayı yapmaktadır.

“… ve kezâlik elhâm-ı musikinin nefs-i hayvanî ile şiddet münasebeti olduğu için tagannî ve elhandan etfâl (çocuk) dahi ziyade mütelezziz olmagıla nefslerine inbisat (ferahlık) ve neşât ve huzûr ve ferah ve sürur virüb takviyet-i mizac ve ruha müferrih (ferahlık veren) olur ve hüzn ve gussalarını (kederlerini) dahi izâle itmekle nevm (uyku) ve istirahate îrâs idüp (sevkedip) enfâs-ı kuvve (kuvvetli nefesler) ve her vechile neşv ü nemâsına mucib olur..”.

Hekimbaşı Gevrekzade Hasan Efendi hangi musiki makamlarının hangi çocuk hastalıklarına iyi geldiğini bu eserinin varak 94b ve varak 94a’sında şu şekilde belirtmektedir:

“… (94b) Makâm-ı Rast: Bu makâmın nağme ve teranesile ilel-i dimagiyeden nâiş olan emü’s-sıbyân (havale) ve fâlic (felç) tabir olunan ilele tedbir ve tedavi olunur.

Makâm-ı Irak: Kezâlik işbu makam-ı ırak ile dahi etfalün (çocuğun) sersâm (menenjit) ve (95a) ilel-i hafakan (hafakan hastalığına) nef’i azîm (çok faydası) ve tedbiri ile nef’-i kesîri (çok yararı) olduğu bilittifak-i hükemadır (hekimler birleşmiştir).

Makâm-ı Isfahan: Nagamât-ı ısfahandan dahi îras-ı fatânet (zihin açıklığı) ve etfale ihdâs-ı zekâvet (zekâ veren) ve tecdîd-i hâtır (gönül yenileyici) ve temhîd-i nâşir (düzgünlük verici) idüp emrâz-ı bâride ve yâbiseden (soğuk ve ateşli hastalıklardan) vücudı hıfz ve hirâsed eder (korur).

Makâm-ı Zîrfgend: İmdi zîrefgend makamının hassası dahi etfâlün dimagından nâşi ârız olan illet-i lakve (ağız çarpılması) ve fâlic (felç) ve vec’-i zahr (sırt ağrısı) ve vec’i efâsıl (mafsal ağrıları) hususile illet-i kulunç (kulunc hastalığına) nef’i azîmi (büyük faydası) ve mezkûr olan illetlere dahi tesir-i kavîsi (kuvvetli tesiri) vardır.

Makâm-ı Râhavî: İşbu makam eflâtun enva’ı suda’ına (tüm baş ağrılarına) nâfi olup, ru’âfına (burun kanamasına), lakveye (ağzı çarpıklığına), fâlic (felc) ve emrâz-ı balgamîye (balgamdan ileri gelen hastalıklara) her vechile râfi’ (kaldıran) ve dâfi’ (defedicidir).

Makâm-ı Büzürk: Bu makamın nagamı (nağmeleri) dahi magz (beyin) ve kulune ve etfâlda hâdis olan (ortaya çıkan) emrâz-ı hâddeye (şiddetli hastalıklara) menâfi’-i azîmesi (büyük yararı) olup ve tasfiyye-i vehn (kuvvetsizliği ortadan kaldırmak) ve istikâmet-i fikre (düşüncenin yönüne) dahl-i umumî (genel etkisi) ve dâfi’-i sevdâyî (sevdayı def edici) ve havfs-ı bîm (tehlikeden korkma) hususunda makam-ı mezbûr (adı geçen makam) devâ-yı cismî olur.

(95b) Makâm-ı Zengûle: Bu makam ise masûmun emrâz-ı kalbiyyesine (kalp hastalıklarına) nâfi’ ve illet-i sersâm (menenjit hastalığı) ve dimâgiyye (beyine ait) ve sâir ilel-i a’zâiyyeden (ve diğer organların hastalıklarından) nâşi hâdis olan teferruh-ı kalb (kalbi ferahlatma) ve inti’âş-ı ruhı (ruhun hastalıktan kurtulmasını) câmi’ ve ateş-i mi’de (mide harareti) ve hararet-i kebedi (karaciğer ateşini) dâfi’dür (yok eder).

Makâm-ı Hicaz: Bu makamın nağmesi etfâle vâki olur usr-ı bevi (idrar zoru), nef-i azîmesi (büyük yararı) olup ve ricl-i kebirin (büyük erkeklerin), tahrîk-i bâhı (şehvetinin tahriki) hususunda dahl-i azîmi (büyük etkisi) olup alelhusus makâm-ı mezbûrı (adı geçen makamı) terâne eyleyen mahbûbe-i dilârâm (gönül alan sevgili) ve sadâ-yı hoşendâm (düzgün bir ses) ola.

Makâm-ı Bûselik: İşbu makamın tesir-i bedeniyyesi (bedene etkileri) etfale olan tenkiye-i dimâgiyyesi (beyini boşaltıcılığı) sebebile ba’de bu’din (bir zaman sonra) hâdis olacak ârızalardan illet-i kulunca ve vec’-i verek (kalça ağrısı) ve suda’-ı bâride (soğuk baş ağrısına) ve ilel-i çeşmiyyeden (göz hastalıklarından) enva’-ı remede (türlü göz ağrısına) vesaire emrâz-ı ayniyyeye (göz hastalıklarına) dahi nef’-i beliği (açık faydası) vardır.

Makâm-ı Uşşâkî: İşbu makamın dahi nağme-i dilsûzı (gönül yakan nağmeleri) hûb (güzel) sadâ (ses) lisanından kar’-ı sâmiga tıfl-ı endek (yaşı küçük çocuk), rûz (gündüz) olur ise cemi’ a’zâsına (bütün organlarına) seryân iden riyâh-ı hârre vü yâbise (kuru ve sıcak yeller) ve ricâl-i kebirlerde (büyük erkeklerde) hâdis vec’i akdâm (ayak ağrıları)a müfid olup (faydalı olup) terennümü (söylemesi) etfalün celb-i nevm (uykusunu getirme) ve esnâ-yı hâb-ı nâzda (naz uykusu sırasında) istirahate dahli (etkisi) kemâl-i mertebede (olgunluk mertebesinde) âşikardır.

Makâm-ı Hüseynî: Bu makam-ı ferahfeza (ferah arttıran makam) dahi etfalün itfa-ı iltihâb-ı ervâh ve kalbiyye ve kebediyye (karaciğer, kalb ve ruhların iltihabını söndürme) ve râfi-i hararet (harareti yok edici) ve ateş-i mi’deye (mide hararetine) ve ricl-i kebîrde (büyük erkeklerde) hummâ-yı gayb ve rub’un (gizli humma ve dört günde bir gelen humma) nevbet (nöbet) ve hararetün indifâsına (ortadan kalkmasına) gayret müfiddir.

Makâm-ı Nevâ: Bu makam-ı dilnüvaz (gönül okşayan makam) dahi vakt-i bulüğa (büluğ çağına) resîde olmuş (ulaşmış) ma’suma (çocuğa) âriz olan illet-i ırkünnisa ve vec’i vereke (kalça ağrısına) menâfi-i külliyesi (tam faydası) olup efkâr-ı fâsideyi (kötü fikirleri) nagamat-ı mezkûrun (adı geçen nağmelerin) terânesinin idâmesile (devamlı söylemekle) zâyil olup ve sürûr-ı hâtıra (gönül sevincine) menfaat-i kesîresi (pek çok yararı) şâmildür…”

Hekimbaşı Gerekzâde Hasan Efendinin bu bölümü yazarken kendisinden bir asır önce yaşayan ve 1693’te öldüğü bilinen meşhur Osmanlı şair hekimlerinden Şuurî Hasan Efendinin 26 Türk musikisinin hangi makamlarının hangi hastalıklara şifâ verdiğine dair yazdıklarından istifade etmiş olduğu, aradaki benzerlikten anlaşılmaktadır. Gevrekzâde’nin yukarıdaki mütalâaları ile karşılaştırmak için şair ve tabip Şuurî Hasan Efendinin Türk Musiki Makamlarının hangi hastalıkları iyi ettikleri hakkındaki fikirlerini kısaca burada zikrediyoruz:

Râst Makâmı:

Felç illetine devâdır.

“Sûziş-i derd ü gamı olsa aceb mi dil – firib’

“Râst eyler nâlesin gülşende her dem andelîb”

Irak Makâmı:

Hâr mizaçlılara, sersâm ve hafakana faydalıdır.

“Teessür sûzi ehl-i dili hoş mezâk ider”.

Mutrib ki bezm-i bâde de fasl-ı ırak eyler”

Isfahan Makâmı:

Zihni açar. Zekâyı artırır. Anıları tâzeler.

Bârid ve yâbis hastalıklardan vücûdı korur.

“Meclisde mutrib eylerse fasl-ı mekaam-ı ısfahan”

“Çeşm ü dil ü câne olur gûh-i celây-ı Isfahan”

Zirefgend Makâmı:

Sırt ve mafsal ağrılarına ve kulunç’a yararlıdır.

“Erbâb-ı ıyşin neş’esin bâlâ vü dil-peyvend ider”

“Meclisde mutrib nagmesin her dem ki zîrefgend ider”

Rahâvî Makâmı:

Baş ağrısına ve Hafakan’a devâdır.

“Fikr ü kayd ü gussadan versin rahâ”

“Kıl Rahâvî nağmesin mutrib – edâ”

Büzürk Makâmı:

Ateşli hastalıklara iyi gelir. Zihni temizler, Vesvese ve korkuyu uzaklaştırır, fikre istikâmet verir.

“Eylese râmişker-i dil nağme-i aşkı Büzürk”

“Meclis-i meyde olur hâl ehline kadri büzürk”

Nevâ Makâmı:

Irku’n-ı nisâya iyi gelir.

“Râh-ı rûh – efzâ ile hoşdur sadâ-yı sâz ü ûd”

“Bâhusus ide Nevâ âhengini mutrib-i sürûd”

Zengûle Makâmı:

Kalp hastalıklarına devâdır.

“Olsa ger Zengûle faslı bezm-i mey’de ehl-i dil”

“Şevk-i vasl-ı dilrübâile olurlar gam-kesil”

Hicaz Makâmı:

İdrar zorluğuna iyi gelir. Şehveti (Seksi) tahrik eder.

“Neşve-bahşi âşık-ı dil-sûz olalıdan işvebâz”

“Dil harîm-i vasli şevk ile tutar râh-ı Hicaz”

Bûselik Makâmı:

Kulunç, bel ağrısı içün devâdır.

“Devr usûlin ide sâkî rah-ı şevke münselik”

“Nâle-i evc ede uşşâkın makaam-ı Bûselik”

Uşak Makâmı:

Nikris ağrılarına faydalıdır. Uyku getirir, rahâvet verir.

“Nâle-pervâz olsa bülbül mevsim-i Nevrûzdur”

“Nağme-i Uşşâkı gûş et bezmde dil-sûzdır”

Hüseynî Makâmı:

Kalp, karaciğer, mide ve sıtma hastalıklarına faydalıdır.

“Hüseynîye çıkarsa nâlesini gam değil zîrâ”

“Muhayyer’dir sürûd-ı bezm-i aşkında dil-i şeydâ”

 Müzikle hastalık tedâvisinin menşeinin çok eski devirlere kadar uzandığı muhakkaktır. Eski mukaddes kitaplarda Davud peygamberin hasta kral Saul’ün ruhi depresyonlarını yatıştırmak için daha çocuk yaşta güzel sesi ile mezâmir okuyup bir nevi saz olan Mizmar çaldığı belirtilmektedir. Rohde’nin araştırmalarına göre Batı Anadolu’da yüksek bir medeniyet kuran Frikyalılardaki Dionysos–Kültü ile ilgili Korybanten danslarında ortaya çıkan psişik hastalıkların flüt müziği ile tedavi edilebileceğine inanışları müzikle tedâvinin başlangıcını teşkil eder.

Pythagoras (M.Ö. 580 – 500) müzik teorilerinin ve müzikle hastalık tedâvisinin ilk ilmî kurucularındandır. Sayıların harmonisinin bir neticesi olan müzik, Pythagoras için, vücuttaki harmoninin bozulması ile meydana gelen hastalıkların en tesirli devâsıdır. Platon ve Aristoteles de bu mevzu ile ilgilenmişlerdir. İslâm dünyasında Eflâtûn ve bilhassa Aristoteles’in felsefesini en iyi şerh edenlerden büyük Türk – İslâm âlimleri ve hekimleri ar-Râzi (854-932), al-Farâbi (870-950) ve İbn-i Sînâ (980-1037) müzikle tedâvinin özellikle müziğin psişik hastalıkların tedâvisindeki ilmî esâslarını kuranlardır.

Al – Farâbî’nin Kitab al- Musiki adlı bir eseri vardır.

İbn Sînâ’nın da Necat ve Şifa gibi eserlerinde İlm-i Musikiye ayrılmış bahisleri vardır. Gerek Selçuklu Türkleri gerekse Osmanlı Türkleri müzikle tedâviyi ar–Razi, al-Farabî ve İbn-i Sînâ’nın kurduğu esaslar üzerine geliştirmişlerdir.

İlk Osmanlı hastane ve tıbbiye tesislerinden 1390’da Bursa’da kurulan Yıldırım Bayezid Darüşşifası, 1470’te İstanbul’da tesis edilen Fatih Darüşşifası ve 1484’de Edirne’de tesis edilen II. Bayezid Darüşşifası’nda müzikle akıl hastalarının tedavi edildikleri biliniyor.

1478’de tesis edilen Topkapı Sarayı’ndaki saray üniversitesi Enderûn hastanesinde, neredeyse çocuk yaşta olan talebelerin müzikle tedavi edildiği, İstanbul’u ziyaret eden Baron J. B. Tavernier’nin 1675’te Paris’te neşredilen Topkapı Sarayı’nı tarif eden eserinde belirtiliyor.

İşbu Enderûn üniversitesinde meşkhane denilen konservatuar bölümünde tahsil eden Polonya asıllı Ali Ufkî Bey’in 1665’te yazdığı, British Museum’da bulunan “Serai Enderun” adlı İtalyanca eserinde bu hastanenin bilinen en eski plânı ve izahı mevcut. Bu eserde ayrıca o zamanki Türk müziğinin nota ile bestelenip icra edildiğine, IV. Murat’ın İtalya’dan bir müzik hocası getirttiğine ve bununla sarayda Concertanto ve Sonnet besteleri yapıldığına dair bilgi bulunuyor ki bu eserin müellifi Ali Ufkî Bey’in devrin müzik otoritelerinden biri olması, o sıralarda Türk müziğinin altın çağını yaşadığını gösteriyor. Böyle bir devirde yaşayan hekim ve şair Şuurî Hasan Efendi’nin hangi müzik makamlarının hangi hastalıkların tedavisine iyi geleceği üzerine eser yazması doğal oluyor. Gerek Şuurî Hasan Efendi’nin bu eseri, gerekse yine bu dönemin hekimbaşılarından Hayatîzade Mustafa Fevzi Efendi’nin yazmaya başlayıp sonra diğer saray hekimi Şaban Şifaî’nin tamamladığı yeni doğan çocukların tedavisi ve bakımı ile ilgili “Tedbirü’l mevlûd” adlı eser, evvelce zikredilen ve çocukların müzikle tedavisi ile ilgili bölümleri içeren Gevrekzade Hasan Efendi’nin “Neticetü’l fikriyye ve tedbir-i velâdetü’l bikriyye” isimli eserinin yazılmasına kaynak teşkil ettikleri bir gerçektir[10].

***

İbn-i Sînâ, Er–Razî, Hippokrat, Galenos gibi çok ünlü hekimlerin gerek hayatta iken, gerekse öldükten sonra büyük hayranlarının yanı sıra, onları haklı veya haksız bir şekilde tenkit edenler de çok olmuştur. Hattâ Avrupa’da tıbbî Rönesans’ın önde gelen simalarından Paracelsus’un bile kitaplarının alenen yakıldığı vâkidir.

Ama buna rağmen, İbn-i Sînâ ve Galenos’un anatomisi ve tedavi yöntemlerine karşı çıkarak, XIII. yy.da bunlara şerh yazanların böylece ilmî çalışma yaptıkları da bir gerçektir.

İbn-i Sînâ’nın ölümünden yaklaşık 150 yıl sonra İspanya’da Toledo’da Gerhard ve Cremona tarafından üstadın El–Kanun fi’t tıbb”ını Lâtinceye çevrilirken, Bağdat’ta Adudî hastanesi ve tıp okulunda emin el–Daula İbn et–Tirmiz’in talebesi olarak yetişen ve Şam’da Nureddin Zengî’nin 1154’te tesis ettiği Nureddin hastanesinde hoca olan Fahreddin el–Mardinî’nin (1118–1198) İbn-i Sînâ’nın “Kanun”u hakkında ilk bilimsel araştırmaları başlattığı ve Suriye’de Selçuklular döneminde İbn-i Sînâ’yı popüler yaptığı görülüyor.

Şam’da Zengî hastanesinde önce göz hekimi, sonra hoca olan ed-Dahvâr’ın mezkûr hastanede yetiştirdiği talebelerinden İbn en–Nefis’in İbn-i Sînâ’nın “Kanun”unun anatomi bölümü için yazdığı “Şerh-i teşrih el–Kanun’l ibn Sînâ” adlı eserinde, İbn-i Sînâ’nın anatomi ile ilgili düşüncelerinin tenkidini yaparken, Miguel Serveto (1509–1553) ve Realdo Colombo (ölm. 1560’tan sonra)’dan çok önce akciğer kan dolaşımını doğru olarak keşfetmiş.

Bu noktada Serveto, önemli bir konuma giriyor. İşbu İspanyol hekim ve ilâhiyatçı –tıp ile ilâhiyatın bir noktada birliği– Teslis ve de “ilk günah” hakkındaki geleneksel inanca karşı çıkarak, hem Katolikleri, hem de onlardan daha toleranslı olmayan Protestanları kendisine düşman ediyor. Fransa’daki Engizisyon’dan kıl payı kurtulup Cenevre’ye iltica ediyor: Yağmurdan kaçarken doluya tutuluyor, şöyle ki Calvin, Papa’lara taş çıkartacak Hristiyan bağnazlığının, sözüm ona “Protestan”, temsilcisi olup onu diri diri yaktırıyor. O ise ki Serveto, yıldızların sağlık üzerine etkilerini anlattığı Christianismi Restutitio (Hıristiyanlığın yeniden inşası) adlı yapıtında Ruh ile yeniden doğuş arasındaki ilişkiden söz etmiş, farkında olmadan kanın akciğerdeki dolaşımını da açıklamıştı. Ona göre Doğu Roma İmparatoru I. Constantinus’un Nikaia (İznik) Amentüsünün yayınlanmasıyla hem Baba Tanrı, hem de Oğul Hz. İsa lekelenmiş, Hz. İsa’nın kurtarıcı rolü geri plâna itilerek Kilise’nin çöküşü hazırlanmıştı. Bundan büyük günah olamazdı!… Ama o günlere kadar hava sevk ettiği sanılan damarların kan dolaşımının mecraları oldukları ileri sürülüyordu. Yani kan dolaşımı kuramı, “Baba”, “Oğul”, “Bakireden doğum” efsanesine tümden ters düşüyordu.

Muhazzebeddin el–Dahvar’ın talebeleri İbn en–Nafis İbn Alî Usaibi’a’nın yine Şam’da Nureddin Hastanesi’nde yetiştirdikleri talebelerden İbn el–Kuff da “Kanun”a bir şerh yazmış olup William Harvey ve Malpigi’den önce kan dolaşımında kapila sistemi postüle etmiş.

Muhazzebeddin’den yedi yaş büyük olduğu halde ondan bir yıl sonra ölen, ve onun talebesi Ali Usaibi’a ile mektuplaşan, Bağdat’ta Nizamiye Medresesi’nde öğrenim gördükten sonra Musul, Suriye, Mısır ve bir süre Mengücek oğullarından Alâeddin Davût B. Bahrâm’ın (1225-1228) yanında Erzincan’da çalışan meşhur hekim Muvaffakedin Ebu Muhammed el–Bağdadî (1162-1231), diabetes hakkında yazdığı “Risâlâ fi’l maraz al-musamma diyâbîtas” adlı eserinde, İbn-i Sînâ’nın tedavi yöntemlerini eleştirmiş. Risale, Erzincan’da kaleme alınmış. Bunda önce şeker hastalığının arâzını verip tarifini yaptıktan sonra Hippokrates, Galenos, Orei Basios, Rufus, Dioskorides, Cebril bin Bahtişu, İbn Serapion, Abu Bekir er–Razi, Sabit B. Kurra, Ahmet el–Farîsî vs. gibi Antikçağ ve eski İslâm hekimlerinin şeker hastalığının hastalara kabak suyu, ekşi nar suyu, reybas (mayhoş bir bitki) şerbeti, erik, üzüm koruğu ekstresi, inek sütünden kaymağı alınarak yapılan ekşi ayran verilmesini tavsiye ettiklerini belirtiyor. Abdüllâtif’e göre şeker hastalığı ile birlikte susuzluk görülür, hasta içtiği şeyi hemen idrar halinde dışarı çıkarır. Ona göre şeker hastalığı bir de böbreklerin iltihaplanmasından ve onlardaki hararetin şiddetinden meydana gelir, bu durumda böbreklere soğutucu şeylerden damat yapmak gerekir. Çünkü bu hastalık nedeniyle beden, bir takım değişmelerden dolayı kuruluğa maruz kalır, böyle hallerde susuzluğun tekrar meydana çıkmaması için, içtiği şeylerin normalden fazla olması gerekir. Ayrıca arpa, kabak suyu, arpa ve hıyar sularından yapılmış gıdaları alması gerekir.

Erzincan’daki Saltanat Meclisinde vakî ve işbu risalenin yazılma sebebi olan tartışmada, ayvanın şeker hastalığına fayda veya zararları üzerinde fikirler ileri sürülmüş. Abdüllâtif, ayvanın verilmesinden yanadır: “Sonra siz diyorsunuz ki, Sînâ ‘Kanun’ adlı kitabında şeker hastalığı için ayva yenmesini yasaklamış… Ben de diyorum ki, önce bilginlerin ayva hakkındaki görüşlerini gayet kısa bir şekilde burada zikredeceğim, sonra İbn-i Sînâ’nın görüşü üzerinde duracağım, böylece bu ayva hususundaki şüpheyi halletmiş olacağım”.

Hekim er–Râzî, “Kitâb el-ağziye” adlı eserinde şöyle diyor: “Ayva gerçekten mideyi ve karaciğeri kuvvetlendirir. Ayrıca kendilerinde aşırı derecede hararet hissedenler, yemek iştahsızlığı çekenler ve safradan doğan ağız kokuları için faydalıdır…”. Abdüllâtif el–Bağdadî, Er–Râzî’den başka Yuhanna B. Musavaih, İbni Şemhun, İbn İdris el–Mâzerî gibi diğer ünlü hekimlerin de ayvanın şifa verici özellikleri hakkında fikirlerini zikrettikten sonra, ayva lehine fetvasını veriyor: “… ayva, organ için şüphesiz bir ilâç sayılır.”

Mısır’da süren bir kıtlık sırasında, Erzincan’a gelmeden önce Kahire’de al–Maks bölgesinde çok sayıda insan iskeleti üzerinde yaptığı gözlemler sonucunda, Galenos’un çene anatomisi ve osteolojiye (kemikbilim) dair yanlışlarını keşfeden Abdüllâtif’in mezkûr risalesinde İbn-i Sînâ’nın şeker hastalığı hakkındaki sağaltma yöntemlerinin yanlış olduğunu, öbür hekimlerin eserlerine ve kendi gözlemlerine dayanarak çürütmeye çalışması, Selçuklu döneminin bu dikkate değer ilim adamının, büyük üstatların ortaya attıkları sağaltma yöntemlerini tenkit süzgecinden geçirmeden kabul etmeyen, modern bir ilmî görüşe sahip olduğunu gösterir[11].

Böylece, bu koca bilim adamı İbn-i Sînâ’yı bu kitabın çerçevesine sığabileceği kadar özetleyerek, tanıtmaya çalıştık.


[1] İhsan Doğramacı. – İbn-i Sînâ. Yaşamının ve çalışmalarının bazı yönleri, in Coll. – Uluslararası İbn-i Sînâ sempozyumu.

[2] Fikret Türkmen. – Türk halk geleneğinde İbn-i Sînâ, in ibd.

[3] Eriş Asil. – İbn-i Sînâ’nın tıp ve eczacılığa etkileri, in ibd.

 

[4] Müjgan Üçer. – İbn-i Sînâ’nın El-Kanun fi’t tıbb’ında bal ve kına ile yapılan ilâçlar üzerine, in ibd., s. 324 ve infra 8.

[5] Müjgân Üçer. – ibd.

[6] Ayşegül Demirkan. – İbn-i Sînâ ve afyon hakkında fikirleri, in ibd.

[7] Uğur Dilmen. – İbn-i Sînâ ve çocuk hastalıkları, in ibd.

[8] Murat Yurdakök. – İbn-i Sînâ ve bebek bakımı, in ibd.

[9] Ülkemizde yaygın bir “ninni” geleneği vardır. İşbu “ninni”nin kökeni hakkında Kültür Kökenleri II / 1, s. 287 – 288. Ninniler çok çeşitli olup bunların ayrıntılarına girmiyoruz. Bu hususta bkz. Âmil Çelebioğlu. – Türk ninniler hazinesi, İst. 1982.

[10] Arslan Terzioğlu. – İbn-i Sînâ ve Türk çocuk psikiatrisi, in Coll. – İbn-i Sînâ, doğumunun bininci yılı armağanı.

[11] Arslan Terzioğlu. – İbn-i Sînâ’nın tedavi metodlarını eleştiren Abdüllâtif el–Bağdadî’nin diabetes hakkında bir risalesi, in ERDEM (Atatürk Kültür Merkezi dergisi) IV / 10, Ocak 1988.