Yine Damasko

Şubat 11, 2017
Kültür Eserleri > > Yine Damasko

XVIII. yy.ın ünlü Fransız doğa bilimci ve yazarı Buffon, “Yenilmesi gereken nice zorluk! Çözülmesi gereken nice sorun var! Başımızı çevirip bakmadığımız bu çivi ya da iğneyi imal etmek için birbiri üzerine yığılmış ne kadar sanat gerekli!” diye yazmıştı.

Buffon’un bu ifadeleri (1783), işlevin basitliğinin çoğu kez tasarımın ve uygulamanın çapraşıklığını gizlediğini belirtiyor: Keyfiyet özellikle demir eşyaların vakıası olup siderürji’nin (demir metalürjisi) doğuşunu çoğu kez ampirik şekilde adımlamış olan “zihnin şaşırtıcı gelişme biçimleri” ne denli çok olmuş. Ancak ampirikliğin başarıları arasında, bizim için alçak gönüllülük dersleri olacak hayret verici başarılar bulunuyor ki damasko tekniği, hiç şüphesiz bu başarının en güzel örneklerinden biri oluyor.

Gerçekten bu, bir yandan, gözlemin keskin bir manasına, öbür yandan da, bilgilerin intikalinin özellikle işlenilmiş kaygısına bağlı eski metalürjilerin (M.Ö. I. bin) yaratıcı dehasına tercüman oluyor.

Burada bahis konusu olan, yüzyılların arasından, temel sırları, mesleğe sülûk etmemişlerden saklayarak bilgiyi nakletmek oluyor. Keyfiyet, birçok durumda bir semboliğe, rituslara, alegorilere veya “reçete”lere başvurmayı izah ediyor; bu sonuncular gerçek, ama yine de bir miktar simya ile sulandırılmış bir bilginin esas dayanakları oluyorlar.

Sonuçlar ortada ve olağanüstü derecede inandırıcı olduğu da bir gerçek olup damaskonun (Dımışkî çelik) hazırlanması bunu kanıtlıyor; şöyle ki bu sonuncusu, daha adının ortada olmadığı bir çağda, modern bileşiklerin öncüsü olmuştu. Bu teknik, dikkate değer sertlikle esnekliği (sürekliği) bir arada bulundurma niteliğini haizdir. Herkesin bildiği gibi, sert olan şey kırılgan olup esnek olan da sert olmaz. Bu itibarla hüner, işbu birbirine ters mekanik karakteristiği birleştirebilmekteydi.

Bahis konusu edeceğimiz damasko, birleştirme damaskosuna (“bir kopya”) karşıt olan kristalleşme damaskosudur (“gerçek olan”). Kristalleşme damaskosu yüksek karbonlu bir çelik olup bunun dokusu, kökenini bir dövmenin takip ettiği çok yavaş bir katılaşmanın sonucunda hasıl olan bir dendritik ayrılmalar oluyor ki bu sonuncu işlemler kuvvetlice ya da zayıf ölçüde karbürlü adacıkların tertibini muhafaza edecek şekilde yürütülür, bu çeliğe özel bir lamelli doku verir. Birleştirme damaskosu ise, demet halinde kaynak edilmiş az veya çok karbürlü demirlerin birleştirilmesini içeren bir mürekkep dokudan oluşup bu, birkaç kez çekiçlenip bükülüyor.

Metalürji tarihinin mitolojisine dahil işbu teknik, her zaman aşırı istekleri uyarmıştır. Doğu kökenli olup nice kez, başarıyla kopya edilmiş, Keltlerle Romalılar bunun, özellikle birleştirme damaskosunun, hararetli kullanıcıları olmuşlar.

İslâm alanında, kılıç ağzı olarak kullanılan demir, iki kategoriye ayrılmıştı: Madenlerden çıkarılan (ma’danî) ve madenden çıkarılmamış (laysa bî- ma’danî) demir. Başka deyimle ham demir ile “mamul” (yani, İran kökenli fülâd adıyla tefrik edilen) çelik. Bu sonuncu ad, Doğu Rusya’ya “bulat” adıyla girmişti. Türkçede çeliğin adı pulat olup “pulad-ı zerefşan”, çeliği oyarak içine altın tel kakma biçiminde yapılan süsleme oluyor; daha çok, eski silâhların, zırhların bezemesinde uygulanıyordu.

Madenlerden istihraç edilen demir, yine Farisîden alınmış tabirleri haiz iki farklı kalitede idi: Biri, şaburkân, eril, sert ve su alan; öbürü marmâhan, dişil, yumuşak ve su almaz.

Ancak bu metal ısıl işlemle sertleşmediğine göre, eril cinsi çelikli demir olmalıydı, şöyle ki kaynaklar onu çeliğe teşbih ediyorlar ya da doğal vey madenî çelik olarak nitelendiriyorlar. Kimi eski yazara göre şaburkân, bir doğal çelik (fülâd tabiî); kimine göre de bir madenî çeliktir (fülâd ma’danî). Dişil cins de yumuşak demir olarak kabul ediliyor.

Bununla birlikte bütün demirler topraktan çıkmıyordu; bazen gökten düşen de vardı; ama kozmik kökeni bilinmiyordu; meteoritler, taş olarak, adını taşıdıkları yıldırımdan (sâ’ika) almış, bundan doğmuş nesnelerdi. Birûnî’ye göre yıldırım, toprağı delerek demire dönüşüyordu. Bu üç demir kategorisi, çeşitli bölgelerden geliyordu: Çeliklisinin yeri bilinmiyor; yumuşak olanı, en iyileri uzaklarda, Çin’de, Hindistan’da, Armeniyye’de ya da Batı Avrupa’daki yataklardan çıkıyordu. İslâm topraklarının madenleri, Kirman dağlarından çıkarılanlar dahil, daha az iyi idi.

Çelikli demir, edna kılıç sağlamakla ünlüydü: Saf olmayan ve damaskosuz bu kılıçlar o denli kaskatı idiler ki bükülemezlerdi; o denli kuru idiler ki darbelerde, daha ete dalar dalmaz kırılıyorlardı. Bazen, kılıçları daha sünek ve dayanıklı kılmak için Ruslar, sert demir göbeklerine yumuşak demir parselleri sıkıştırıyor, ve Doğu damaskosunu taklit etmek üzere kaynakla eklenmiş şekiller basıyorlardı; yani kristalleşme damaskosunu elde etme kabiliyetinden yoksun olarak, bunun bir kopyasını, birleştirme damaskosunu yapıyorlardı.

Damaskolu çeliklerin, “Dımışkî” denmelerine karşılık, imal tekeli Şam’da olmayıp burada yapılanlar hattâ edna olarak kabul ediliyordu ve bu keyfiyet, 1400’de Timurlenk tarafından en iyi sanatkârların Semerkand’a nakledilmelerinden önce bile, vaki idi. İran’da, damasko elde etmek için, pastan temizlenmiş çivi ve saç parçaları kullanılıyordu. Doğu’dan gelmiş bazı damaskolu çelik parçalarında, iyi ergimemiş çivi parçalarına rastlanmış.[1]

***

Yakın-Doğu ülkelerinde gelişmiş Doğu sanatının tipik şaheserleri olan Damasko kılıçları, metalürjinin en çapraşık ürünlerine ait oluyorlar.

Bu tipin bir sınıflandırmasını yapmadan önce Avrupalı seyyah ve araştırıcıların XIX. ile XX. yy.ın başlarında yapmış oldukları keşifler sonucunda ortaya çıkan bu kılıçların esas adlarını veriyoruz:

Halep İngiliz Konsolosu J. Barker, 1816’da ilk adı yayınlamış ve damasko çeliğinden on kadar derece sıralamış: Kirmanî Daban-Taban, Lahorî Kara Horasan (Horasan’da üretilmiş Lahor çeliği), Lahorî Neiris (Lahor’un parlayanı), Dişi Daban, Erkek Daban, Elif İstanbul, Eski Şam, Beyaz Horasan, Sarı Hindî ve Kum Hindî (Hindistan dalgası).

H. Wilkinson (1841), tek bir Ankara keçisi kılı kadar ince çizgileri olan kılıçların, ezcümle Kara Horasan ve Daban’ın en değerli olduklarını söylüyor. Bunlardan ilkinin Hindistan’da Golkonda’dan gelen çelikten yapıldığı söyleniyor. İlankarî ve Kakmerden (Kırk nar Daban), ikinci sınıfa dahil ediliyorlarken Kara ile Terç Mecmut üçüncü gruba giriyorlar.

Damasko çeliğinin en mümtaz araştırıcısı P. P. Anasov, Horasan, Kara Horasan, Taban, Kara Taban, Kum Hindî ve Şam adlarını zikrediyor.

Afganistan’a seyahatini tasvir ederken A. Burnes (1843), Kazvin’in ünlü kılıçlarına değiniyor ve Begamî ve Akbarî derecelerini zikrediyor.

H. de Luynes, Damasko kılıçlarının tam bir betimlemesini yapıyor (1844). Kahire’nin eski kılıçlarının beyaz ve siyah kalın damarları varken Şam kılıçları, damar ve enine harelerin varlığı ve ince ve solgun renkleriyle belirgin oluyorlar. Öbür yandan İstanbul çeliği, kalın, “gözler” şeklinde gri (kır) damarlarla belirginken Bağdat çeliğinde ince ve dikdörtgen noktalar bulunuyor.

Şam çeliğinin çeşitli derecelerinin orijinal Doğu adları da L. J. Olmer tarafından, (1908) İran seyahatnâmesinde verilmiş. Hindistan ya da Ekber Şah çeliği, koyu kırmızı rengi, çok sıkı muntazam gözler şeklinde bir biçimde ve sarımtırak bir parıltıyı haiz oluyor. Horasan çeliği, aynı görünümde olmakla birlikte görünümü o denli sıkı ve yoğun değil…

Anasov, bu çeliklerin bir tarafsız tasnifi gereğinin tamamen bilincinde olarak 1841’de bu ilk tasnifi teklif ediyor. Kılıçların yüzey görünümlerine dayanarak aşağıdakileri tefrik ediyor: Hafifçe dalgalı, çok dalgalı, hafifçe şebekeli, sıkı şebekeli ve dereceli. Biçimler birbirlerinden kalınlık, temel renk ve parıltıdan yana fark ediyorlar.

Anasov’un, ve daha sonrakilerin daha tam tasniflerinin ayrıntılarına girmiyoruz.[2]

***

Ravendî, “kitabının fihristi ve ilmin şubelerinden içinde bulunanların terkibi”ni anlatırken, “… Her sultana ait zikrin sonunda padişah Keyhusrev’e bir dua ve onu övmek için bir kaside söyleyeceğim…” diyor.[3] Bu şiirlerin birinde “Türklerden fazla olan Rum ordusunu, Hint’ten gelme kılıçlarla, kendine kul ettin…” diyor.[4] Bu eser, (1174-1184) Selçuklular tarihinin önemli kaynaklarından biri oluyor.

***

Farisî “Hindûy-i ejderha”, Hindistan’da yapılan kılıç, Arabî seyf-i mühenned (Hint ve Şam işi kılıç) (GG).

***

“Kuyma:… Herhangi bir madenden, çekiçle dövme suretiyle değil, eriterek (ergiterek) dökme suretiyle yapılmış olan havan, kandil ucu ve çekiç gibi aygıtların hepsine ‘kuyma’ denir” (DLT III/173- 174 ).

VIII. yy.a ait Tonyukuk yazıtında şöyle deniyor: “Onları Demir Kapı’ya kadar takip ettik ve orada onları geri çevirdik. İnal Kagan’a bütün Sogd ahalisi, reisleri Suk (?) ile birlikte, gelip teslim oldular. Atalarımız ve Türki milleti de kendi zamanlarında Demir Kapı’ya varmışlardı”. Demir Kapı, Maverraünnehr’in Güney-Batı kısmına düşüyor.

Bizans tarihçisi Menander, Bizans elçisi Zemarkos’un Batı Türkleri sarayına giderken, Sogd’da rastladığı Türk madencilerinden bahsediyor. Menander’in bu sözleri, kitabını XIII. yy.ın ilk yıllarında yazmış olan Mübârekşâh’ın verdiği bilgi ile yan yana getirilince daha büyük önem kazanıyor. Mübârekşâh el-Merverrûzî, Türkler tarafından üretilip ihraç edilen eşyadan söz ederken, Sogd’dun Güney’inde bulunan bir dağdan gümüş, altın, demir ve cıva gibi madenlerin çıkarıldığını ve Türklerin bu madenleri “dünyanın her tarafına götürüp sattıklarını” söylüyor.[5]

***

“Kayn”ın, Arabî k y n sülâsisinden olarak temel manası “bezeme, güzelleştirme” olmakla birlikte, genişletilerek zanaatkâr, işçiyi (sâni’) de ifade eder olmuş; ama gündelik kullanım sözcüğü, her şeyin üstünde, demirciye tahsis etmiş.

Kur’an’da geçmiyorsa da birçok hadîste, genellikle “demirci” manasında bulunuyor.

Haddâd, “demirci”nin çoğulu haddâdîn, başlarda vaha sakinleri olup bazen de toplum dışına itilmiş kabilelere mensuptular. Bu sonuncular ayrı bir kast teşkil ediyorlardı ve kendilerini bağımsız olarak görüyorlardı. Aşağı statüleri onları, talan sonuçlarından koruyor ve bunlar bu bapta tam bir bağışıklıktan faydalanıyorlardı. İçinde oturdukları bir klana saldırı vukuunda, dövüşün dışında kalırlardı. Yanlışlıkla malları götürülecek olursa, bunları hemen geri alırlardı. Her klanda, grubun demircisi olan bir kardeşleri (akh) vardı ve bu sonuncusunun görevi, yanlışlıkla iğtinam edilmiş malların iadesini sağlamaktı.

Demirin tanrısal kökeni birçok hadiste teyit ediliyor. İbn Ömer’e göre “Tanrı yeryüzüne dört unsur indirmiş: Demir, ateş, su ve tuz”. Daha açık ve seçik olarak İbn Abbas, “çekiç, örs ve kerpeten, Âdem’le birlikte inmişlerdir” diyor. Bir başka gelenekte de, Âdemle birlikte yeryüzüne örs, kerpeten, iğne, çekiç ve biley taşı inmiş.[6]

“Kal’î” ya da “kala’î”, Arapların kalay, ya da özellikle iyi kalite kalay karşılığında kullandıkları sözcükler oluyor. Mazandaran’ın Farisî diyalektiğindeki kali, kâlib sözcükleri Arapçadan gelmiş olmalıdır. Bunlardan Türkçe kalay, modern Yunanca calai türemiş.

Kal’î, kala’î, özellikle erken Arap şiirinde çoğu kez zikredilen bir tür kılıcı ifade ediyor. Bu kılıç genellikle Hint menşeli olarak telâkki ediliyor; gerçekten Hint kılıçları Araplar arasında ünlü olup daha ilk zamanlardan beri şairler bunların şöhretini terennüm ediyorlardı.[7]

Ünlü Hindolog Prof. Dr. Walter Ruben’in 1936-1937 yıllarında Hindistan’a yaptığı seyahat sırasında gözlemlerinin konumuzla ilgili bölümlerini, onun kaleminden aynen aktarıyoruz.

“… Bugün de Hindistan’ın bazı yerlerinde demir öyle iptidaî bir surette istihsal ediliyor ki, Demir Çağı’nın başlangıcında bundan daha iptidaî surette istihsal edilmiş bulunması tasavvur edilemez… demir istihsali burada muayyen bir sanat erbabının işi değildir. Bütün kabile demir istihsali ile meşguldür… Memleketin hâkimi olan İngilizler, otuz seneden beri bu kabileyi bir yerde iskân edip ziraatla meşgul etmeye uğraşıyorlar. Çünkü bunlar demircilik işlerine lâzım olan odun kömürünü elde etmek için kıymetli ormanları tahrip etmektedirler. Ben hâlâ eski şekilde çalışmaya devam eden iki köy gördüm. Bütün köy halkı demir istihsali ve demircilikle meşguldür. İç Asya’nın eski demircileri hakkında bildiğimiz de, en eski zamanlarda bu nevi kabilelerin demircilikle meşgul olmuş bulunmasıdır. Hindistan’daki bu Asurların (Mezopotamya’daki bizim Asurlularla karıştırılmayacak) mebzul (bol) demir damarını havi dağlarında, serbest ve cesim (büyük) ormanları vardı. Buralarda maden kuyularına lüzum yoktu. Demir filizleri arzın sathında bulunuyordu. İptidaî bir kazma ile filiz kırılır ve bir çekiçle ceviz cesametinde parçalara ayrılır ve topraktan bir metre irtifaında bir ocak yapılarak beş saatlik bir çalışma ile iyi kaliteli (?) 1-2 kg ağırlığında bir demir külçesi elde edilir. Bütün bu işin nasıl seyrettiğini ve şu demirden kalıpların ve silâhların nasıl imal edildiğini gördüm: Bambustan bastonları içine tamamen sakladıkları acayip kılıçlar, tuhaf biçimli oklar, muhtelif neviden bıçaklar, mühürler, dirgenler, çok iptidaî bir tarla sürme âleti, 1-3-5 dişli çapalar… Asurlar demirciliği yangıncılıkla birleştirmişlerdir. Ormanın bir yerini tutuşturarak odun kömürü elde ederler ve bu küçük sahada muhitin demir madeni tükeninceye kadar ziraat yaparlar; azamî üç sene sonra muhaceret ederler ve yeniden yangınlar yaparlar…”.

Aryalar’ın daha İç Asya’da demir kültürüyle temasa gelmiş bulunmaları icap eder, fakat o zamanlar eski ananevî bakır kültürünü muhafaza etmişlerdir. Kafkasya ve Karadeniz arasında, Altaylar’ın Garbında, İç Asya’nın Garbında demir, asgarî Milâttan 1400 yıl evvel mühim miktarda istihsal edilmiştir ki, bu eski Türk kültür sahasını, tarihî vesikalara istinaden, demir kültürünün doğduğu saha olarak kabule mecburuz”.

“Demirin menşei olarak bazen Afrika, bazen Cenubî Hindistan gösterilmiştir. Fakat bu iddiaların delilleri yoktur. Zira Orta Asya nazar-ı dikkate alınmamıştır”. “… Demir devri, demirden mebzul miktarda âlet ve silâh yapılmaya başlandığı zaman başlar. Bu devir Mısır’da 1200, Almanya’da 800, cenubî İberya’da ve Çin’de 300 senesi civarlarında başlar. Mısırlılar demiri daha 1400 senesinde Asya’nın cenubu garbî’sinden alırlardı”.

“Mitanni kralları, Mısırlılar, demiri Kizavadna’dan tedarik ederlerdi. Bunun nerede olduğunu bilmiyorum. Fakat Yunanlıların demirciliği kendisine izafe ettikleri Chalib’ler ve Ahd-ı Atik’te bu manada bahsi geçen Tubal’la alâkası olması lâzımdır”.

“… Asur ismi Finno – Ugarik bir kelimedir ; bu hal şu istintaca (sonuç çıkarmaya) imkân verirken, İç Asya milletleri demiri, demir kültürünü doğuran memleketten hemen bu zamanda Hindistan’a getirmişlerdi ve bu Dravida austroasianik Arya muhaceretlerinin bugün hesap edilen tarihlerine tetabuk eder (uyar)…” [8]

***

M.Ö. II. binin son asırlarında demirin zuhuru, o çağda Hititlerin demir tekelini ellerinde tuttuklarına dair ileri sürülen iddialar hususundaki şüpheleri destekliyor mahiyetindedir. Bir teori, demirin ithalinin, Kalybe’ler gibi gezici demirciler ve bir kentten ötekine mesleklerini icra eden sair gruplar elinde vaki olduğu noktasındadır. Burada, arkalarında uzun gelenekleriyle çok sayıda bronz işleyicilerinin varlığı hatırlanacaktır. Bu itibarla işbu yeni metali ilk kullanma girişimleri, bronz için çoktan beri denenmiş yöntemlerin kullanılmaları ile vaki olmuş olmalıydılar. Demirin pratik faydaları muhakkak olarak uzun zaman anlaşılmamıştı ve demir, küçük ölçüde, sadece bezemede kullanılacaktı. İlk belirgin demir işçiliği ürünü, Tutankhamun’un mezarından çıkan ağzı demirden bir hançer olmuştu. Gerçi bunun da, genel olarak farz edilen ama tam olarak ispatlanmamış, Hitit kralı Suppiluliama’nın armağanı olduğu kabul ediliyor. Gerçek demir çağı, yukarda söylendiği gibi, işbu metalden yapılmış âlet ve silâhların geniş ölçüde ve bakır ve bronzdan yapılmış olanlardan üstün nitelikte üretilmeleriyle başlar ki bu dönüşüm, Yakın Doğu’nun çoğunda, her ne kadar III. Ramses’in saltanatı sırasında Mısır’a saldıran “Deniz Adamları”nın demir kılıç taşımalarına rağmen, M.Ö. X. ve IX. yy.larda vaki olmuştu. Bunun ötesinde, Ahd-i Atik’in belgesine göre Filistinliler, Deniz Adamları’nın en büyük birimlerini oluşturmakla birlikte demirin işlenmesinde çok beceri sahibi idiler. Bu beceri, daha önceki anavatanlarından taşınmış olmalıydı. Bronz işlenmesine uygun potaların kullanılmaları süresince, işbu yeni metal babında elle tutulur fayda sağlanamayacaktı. Ancak mineralden dökme demir elde edilebilen ve bu sonuncusunu çeliğe dönüştüren ocakların icadından sonra çelik, gününü görmeye başladığı bu zaman, gerçek Demir Çağı başlayacaktı. Doğu Anadolu ve Kuzey – Batı İran yaylaları, demir kaynaklarından yana zengindir.

Demirin işlenmesinin gelişmesinde belki de önemli bölge, Toroslar’dan Kuzey Suriye’ye uzanan, Hititlerin imparatorluk döneminde başlıca demir kaynağı olan Kizzuwatna’ya dahil alan oluyor. Eğer Yunan khalyps (çelik) sözcüğünden Halab-Halep türetimi takip edilecek olursa, bölgenin anlamı daha da pekişmiş olur.[9]

***

Farisî “kef-i mis”, bakır köpüğü ki bakır çiçeği derler, bakırı ergitip boşalttıktan sonra üzerine soğuk su döküldükçe hasıl olan köpüktür (Arabî “zehr – el mühas”) (GG).

***

“Ayrıca Bohti – Bohtan aşireti de, Kürdistan aşiretleri arasında cesaret ve yiğitlikte ün yapmış, azim ve atılganlıkla tanınmıştır. Onlar, değerli silâhları, nadir bulunan savaş ve dövüş araçlarını, özellikle Mısır kılıcı ile Şam mızrağı satın almaya ve taşımaya meraklıdırlar…”[10]



[1]        Yusuf Râgib et Philippe Fluzin-La fabrication des lames damassées en Orient, in JESHO XL/1, Febr. 1997.

[2] Jerzy Piaskowski.- Classification of the Damascene swords, in I. Uluslararası Türk-İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Kongresi, İst. Eylül 1981.

[3] Ravendî. – Râhat – ûs -sudûr ve âyet – üs – sürûr, C. I, Çev. Ahmed Ateş, Ank. 1957, s. 62 – 63

[4] ibd., s.134

[5] Richard N. Erye ve Aydın Sayılı.-Selçuklulardan evvel Orta şark’ta Türkler, in Belleten X/37, Ocak 1946, s. 110-111

[6] J. Chelhod. – Kayn, in EI.

[7] M. Streck. – Kal’î – kalâ’î, in EI.

[8] Walter Ruben—Milâttan bin sene evvel Asya içlerinden muhaceret eden Hindistan’ın en eski demircileri arasında, in II. TTkg, 1937.

[9] Charles Burney and David Marshall Lang.-The peoples of the hills. Ancient ararat and Caucasus, London 1971, s. 113-114.

[10] Şeref Han.- Serefname. Kürt Tarihi. Çev. Mehmet Emin Bozarslan, İst. 1975, s. 148. XVI. yy.ın sonlarında Bitlis’te hüküm sürmüş olan Şeref Han, Farsça yazdığı “Serefname” adlı bu eserini 1597 tamamlamış. X. de Planhol. – op. cit., s. 174-175